Yüksek dağların ardında, bulutların ötesine uzanan bir saray vardı: Rüzgâr Sarayı. Bu sarayın hükümdarı Rüzgâr Prensi Rivo’ydu. Kanatları hafifçi dokunuşlarla gökyüzünü okşar, nefesiyle bulutları şekillendirirdi. Ne var ki bir gün, ufukta kara bulutlar toplandı; fırtına doğuyor, gök gürültüleri yaklaşıyordu.
Fırtınanın Kalbi adı verilen devasa bir bulut kümesi, öfke ve hüzün damlalarını içinde saklıyordu. Eğer Kalp patlarsa, tüm diyarlara kasırga ve yıkım salacaktı. Rivo’ya haber geldi: “Prens, Fırtınanın Kalbi’ni yatıştırmazsan denizleri bile kabartacak!”
Rivo derin bir nefes aldı. “Bu bir mücadele değil; empatiyle çözülür,” dedi kendi kendine. Kanatlarını çırpıp fırtına bulutlarının yanına süzüldü. Rüzgâr uğultusu kulaklarında çınlarken, Kalp’in içindeki hırçın rüzgâr dalgalarıyla karşılaştı.
İlk adım, fırtınanın duygularını dinlemekti. Rivo, “Neden öfkelisin?” diye fısıldadı. Bulut, hüzünlü bir yağmur damlası bıraktı; rüzgârın sesi sanki “Unutuldum…” diyordu. Rivo, bulutun içine nazikçe dokunup, “Seni anlıyorum; yalnız hissetmek zor,” dedi.
Bulut yavaşça yumuşadı. Rivo, ikinci adımda hatıralar getirdi: Gökyüzünde birlikte oynadığı küçük esintilerle eski günleri hatırlattı. Bulut, minik parlak damlalarla karşılık verdi.
Son adımda, dengeyi bulmaları gerekiyordu. Rivo kollarını açıp bulutun içine ışık taşıdı; hem neşeyi hem dinginliği karıştırdı. Bulut, içindeki öfke ve hüznü Rivo’nun esintisiyle dönüştürdü: artık bir fırtına değil, tatlı bir rüzgâr esintisiydi.
Fırtınanın Kalbi, yumuşacık bir buluta dönüştü; yağmur damlaları nazikçe toprağa can verdi. Rivo, bulut dostuyla sarılarak, “Empati, en güçlü rüzgârdır,” dedi.
O günden sonra Rüzgâr Sarayı’ndan her sabah tatlı esintiler yükseldi. Rivo’nun hikâyesi, gökyüzündeki tüm esintilere anlatıldı; çünkü gerçek güç, kalpleri dinlemekten geçer.